Denemeler


RUHLARIN DANSI

 “Önyargı, akıl yürütmeden kabul edilmiş bir inançtır. Onun için dünyanın her tarafında çocuklara, akıl yürütebilecek çağa gelmeden, istenilen bütün inançlar aşılanabilir.” Voltaire

Işığa yetişmek telaşıyla kuşlardan önce uyanırım her sabah. Bir çay demleyip ilişirim pencerenin kenarına; gagalarıyla öpüşen kumruları, yumruk kadar serçelerin şakımasındaki yaşama sevincini, dirimin türküsünü izler, dinlerim. Anlamını öğrenmeye uğraştığımız hayatın kesintiye uğramadan yazdığı şiirin duyulma anlarıdır ömrümün panosuna yansıyan. Kuş vurulmadığı, gül dalından koparılmadığı sürece cinslerine özgü özellikleri sergiliyor. Çözülme anı, yani ölüm tikel varlığın yeni canlılara doğru dönüşümüdür. Kokunun, sesin, hareketin öz değiştirmesidir. Hayvan ve bitkiler için gerekli olanın, doğanın bir başka türevi olan insan için de geçerli olduğunu söylememize gerek yok. Eflatun’un ‘bölünmez parçalanmaz, bozulmaz’ olarak tanımladığı ve elli bin yıldan fazla zamandır hatırı sayılır kalabalık tarafından benimsenen ‘ruh’ ya da diğer adıyla ‘tin’ kavramı, günümüzde dokunulur gerçeklikten ve eşyayla öpüşen akıldan yana olduklarını dile getiren bazı şairlerimizce de, ete kemiğe büründürülmeye uğraşılarak önümüze sürülüyor. Fizikötesi kurucularının, gerçeği ve evreni açıklamak için her şeyin özü, temeli ya da yapısı olarak benimsedikleri madde dışı varlığı(!) yani ‘ruh’ denileni hayatımızın içine sokmaya çalışmaları bir yana, yaklaşık yirmi beş yıldan beri edebiyatın üstüne devrilen kirli siyaset yüzünden, akıldan yana olduklarını savlayan kimi şair ve yazarların da ‘ruh’ kulvarında yazıp söylediklerine tanık oluyoruz:

“Ruhlar sürgün buralarda, sürgün kendisinden” Şiir Nasıl Aşırıdır. H. Aktunç. M.Sanat Ağustos 1996 – “Ruhumda iskeletim uğulduyordu” Sürgün Kendi, Odasında C. Ersöz, Varlık, Şubat 1996 – “Ruha, bir göç dokunuyordu” Sağır Gezegen G. İnal, Şiir-lik Haziran 1996 – “Nedir bu ruhların birbiriyle çarpışması” The Deepest Blue, C. Oğuz Şiir-lik, Şubat 1998-

Madde dışı varlıktan söz ediliyor. Hayat var olalı beri kimselerin görmediği, dokunmadığı, sesini soluğunu işitmediği, sadece düşüncede var olana giysiler biçip, bedenler yakıştırıp, sonsuzluğu bahşetmek anlamsız tapınmaları da beraberinde getiriyor. Yukarıdaki dizelerin şairleri, cahil diye suçlanan halkın hurafelere yaslı yaşamını paylaşıyor ve bu tür anlamsızlıkların sürüp gitmesinden yana görünüyorlar. Bu noktada, özgür düşünceye toz kondurmayanların geleneğin bütün kareleriyle nasıl bağdaşabildiklerini sormak gerekir. Siyasi erkin dayatması sonucu ortaya çıkan toplumsal yapı ve bunun yapıp etmesindeki çarpıklıkların safında yer almak, hayatın kımıltısına yani dirime-gerçekliğe hakarettir. Egemen söyleme boyun eğerek, ten ve akıl ötesi varlıkların düşünü kuran ve besleyip büyüten şairin ilahiyat dersi verenlerden bir farkı kalmıyor bu noktada. Şimdi, alıntıladığım dizelerin şairlerine şunu soruyorum; dinin öğretisine göre tanrının hayat soluğu olan ruhun, anne rahminde bedene üflendiğine ve bedenle birlikte tanrının dilediği şekli aldığına, beden içinde olgunlaşıp üstün sıfatlar kazandığına, bedenden ayrıldıktan sonra ölmeyip, biçimini ve varlığını sürdürdüğüne, inanıyorlar mı acaba?

Şiir kiri barındırmaz sinesinde. İnsana ait olmayanı, silkeleyip atar. Yapay gündemlerin içinden geçerken ne yazıktır ki şiir de payına düşeni alıyor bu yapaylıklardan. Gözlerimizin içine giren gerçekler görmezden geliniyor.

“Şiir okumuyoruz, roman, öykü okumuyoruz. Deneme, inceleme, anı, günce okumuyoruz. Bilimsel araştırma kitaplarının okunduğunu da sanmıyorum. Belki dergi, gazete bile okumuyoruz.” S. İleri 7.10. 1997, Cumhuriyet-

Yukarıdaki söylemin içeriği eksik gelmiyor mu size? Okumalara ve öğrenmelere aç kitlenin bu gereksinmesi birilerince üstlenildi. Harıl harıl kitaplar, dergiler, broşürler basılıyor; cinlerin, perilerin, ruhların, cennetin ve cehennemin tanımı yapılıyor. Bu furyaya dahil olanlara şöylesine bir bakalım:

“Ey illeti insanların ve cinlerin” Kin verimleri. E. Safi, Kaktüs, Ekim 1996 – “Fecr, cennet, cehennem..gir” Gece Her Şey O. Hakan A., Gösteri, temmuz 1996 – “Delifişek gölgeler tırmandı yüksek tavana doğru, kaçışan korkak cinler gibi” Bir Gün, Carcassonne 1274, E. Batur, Gösteri, Ekim 1996-

İnsan hayal ettiği sürece yaşar derler ya aslında yaşadığı için, aklıyla hayatı kavradığı oranda hayal edebilir. Yaşam ateşinin olmadığı beden, vazodaki güle benzer; kokusunu ve dokusunu yitirmiştir. Solar, kurur, dağılır. Konumuz şiir olduğuna göre, şairi ermiş katına çıkarıp orada dondurursak, hayatın kımıltısına kendi ellerimizle felç indirmiş oluruz. Ya da herhangi bir şairin bütün yazdıklarının birilerince kusursuz ilan edilmesi dünyanın dönmediğini söylemek gibi bir şeydir. Bu durumda, sonsuzun artı ve eksi uçlarının herhangi bir yerinde şiire yer belirlemek anlamsız olmuyor mu? Her şeyin birbirini tamamladığı doğadan ve insanı insan yapan akıldan vazgeçilerek fizikötesinin boş ve karmaşa yaratan kavramlarının günümüz şiirinde ağırlıklı olarak yer edinmesi, geriye gidişin, geride ısrar edişin göstergesidir. İşlevini tamamlamış, modası geçik söylemlerden, formlardan yararlanabilir insan. Ama yüzyıllar öncesinin yaşama, düşünme, inanma biçimlerini bugüne aynıyla giydiremez. Bedenin duygulara hamal olarak yaratıldığını, duyguların ise aklın haber toplaması için birer casus olarak var edildiğini ve aklın da ruhun hizmetçisi olduğunu ısrarla anlatan öğretiler günümüz yaşamını kasıp kavuruyor. Dünyasından vazgeçirilen insan öteyaşam düşleriyle sıtma nöbetleri geçiriyor adeta. On binlerce yıllık insanlık tarihi boyunca hiç kimsenin görmediği ama varlığından her nasılsa eminmiş gibi söz ettiği ruh, melek, şeytan, cin, cennet, cehennem vb. düşleri yaşamın içine sokanlar aklı dumura uğratıp güzelliği zehirliyorlar. Önyargılarla şartlandırılan bir aklın hezeyanlarını okuyalım bu bağlamda; “Cehennem ehli beş duyusuyla azap çeker. Gözü dehşet verici ve iğrenç görüntüler görür; kulağı korkunç ve acı veren sesler, uğultular, görüntüler, çığlıklar, inlemeler, haykırışlar duyar; burnu olabilecek en pis ve tiksinti verici kokularla dolar; dili en iğrenç tatları, en dayanılmaz acıları hisseder; derisi ve tüm vücudu, tek bir hücresi kalmamak üzere yanar, kavrulur, kesilir, doğranır, parçalanır, şiddetli acılar içinde kıvranır. Bir türlü ölüp yok olmaz.” Ölüm, Kıyamet, Cehennem, C. Yalçın. Vural yayınları 1996 sf. 101 –

Ömrünü böylesi yayınları okuyarak geçiren ve bunlara inanan insanın hallerini bir düşünün… Aklı var inanmasın, diyebilirsiniz ama ‘şer’i işlerde akla güvenilmeyeceği’ işin başında yani çocukluk çağında öğretiliyor. Akli delillerle nakli deliller birbirine uymazsa aklı bir tarafa atarak, nakille günümüze kadar gelen emredilmiş olan hükümlere inanın, deniliyor. Oysa bilim, aklını yitirenin deli olduğunu söylüyor bize. Görünen o ki şiirimiz de egemen düşüncenin talan düzeniyle hizaya çekildi, çekiliyor. Bu noktada yaşamdan ve onun muhteşem kımıltısından yana olan sevgili şair H. Atabaş’ın sesine kulak verelim:

“Bir dönemin şiir serüvenini incelemek aynı zamanda o dönem insanının ruhsal durumunu, yaşam serüvenini de gözler önüne sermektir. Bu çaba; toplumsal koşulların, insanın iç çatışmalarının, dış etkilenmelerinin, özlemlerinin ve arayışlarının da aynası olur. Çünkü, şiir yaşamla bağları olan en güçlü sanattır, içine doğduğu ortamın koşullarından etkilenmesi kaçınılmazdır.”

Şimdi günümüzden tam elli yıl geriye gidip şu satırları da okumanın zamanıdır:

“Telkin ve propaganda, yani neşriyat, günümüzün en etkili silahıdır. Bu vasıtalardan gerektiği gibi istifade edemeyen fikirler bugünkü dünyada başarıya ulaşmaktan ümidi kesmelidirler. Günlük tirajları yüz binleri bulan büyük gazetelerden tutun da baskı adedi birkaç yüzü aşmayan bir yaprakçık taşra gazetelerine, en ilmi ve ciddi mecmualardan köylü, işçi ve çocuk gazetelerine, binlerce sayfalık abidevi kitaplardan birkaç formalık cep kitapları serilerine varıncaya kadar İslami bir ‘Neşriyat Seferberliği’ bir an evvel tahakkuk ettirilmelidir. İslam Aylık Mecmua sy: 4 sf: 1 Temmuz 1956-

Yıl 2005. Ülke edebiyatında söz sahibi bir konumu ele geçirmeye uğraşan ve bu girişiminde başarılı da olan bir derginin sayfaları arasında dolaşalım; “Hayatın şiiri eller gökyüzüne açıldığında okunan duadır. Varoluşun kaynağını Allah dışında arayan şiir, aşkınlığın perdelerini aralayamadığı gibi, aşkınlığı da yakalayamaz.” Mor Taka sf. 15. Aynı derginin on yedinci sayfasında Meryem Suresi’nin kırk sekiz ayetine yer verilmiş. (Şiire örnek olarak galiba). Sayfaları, dergileri, olayları çoğaltmak olası. Öyle ki yayın seferberliğini hedef edinerek yola koyulanların elli yılda, hedeflediklerinin de ötesine geçerek iktidar oldukları görülüyor. Metafizik derken, dini ve teolojiyi dayatanların öz saflarda yer aldığını, bu direnmenin geriye dönük ve çağdışı bir tutum sergilediğini anlıyoruz. Bu olguyu şöyle tanımlıyor bu tayfa; “aklın ve bilimin ötesine geçtiğinizde metafizik başlıyor ve anlıyoruz ki metafizik boyutu olmayan şiir olamaz. İnsan varlığı bu boyutu aklı ile değil, duygusallığı ve ruhi derinliği ile algılıyor.” Hayatın bütün kımıltıları ileriye sıçramaları barındırıyor içinde. Geriye dönüş ya da geriye gidiş olarak algılanan zaman dilimleri, sonsuz ve sınırsız akışın içinde kendi kendini sağaltacak olan bir sayrılıktır ancak. Safralara yer olmadığını, yaşamın sinesinde kalıcı olamayacaklarını söylemiştik. Uygarlık tarihinin oluşum sürecinde yaşanan geriye dönüşlerin, bu uğurda verilen savaşların galibi akıl olarak çıkıyor karşımıza. İnsan, yaratıp tapındığı binlerce tanrısını başından savmayı kendisine rağmen yine kendisi becermiştir. Aklın öne çıktığı, yaşamın akılla kavranıp açıklandığının göstergesidir bu durum. Zamanı ve aşkı yakanlarsa nesilleri tükenene kadar bizimle beraber yaşayacaklardır, ne yazık ki.
Tay Dergisi
Ocak 2006 /64

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder